7 Ağustos 2010 Cumartesi

ÖĞRETMEK BİLMEKTEN ÇOK DAHA ZORDUR

Yüzyıllar önce, dünyanın ücra köşelerinden birinde bulunan bir adaya ateş, geç de olsa gitmişti. Bu adada dört ayrı kabile bulunuyor, adanın dört köşesinde birbirlerinden kopuk yaşamlarını sürdürüyorlardı. Adaya yakın bir kara parçasında öğrencileriyle birlikte yaşayan bir bilge bu adaya gezi düzenlemeye karar verdi. Bir gemiye bindiler, zor bir yolculuktan sonra adaya ayak bastılar. Birinci kabileye ulaştılar. - Bu kabilede ateşi sadece rahipler kullanabiliyordu. Bunun kendilerine verilmiş bir kutsal armağan olduğuna diğerlerini inandırmışlardı. Sadece rahipler ısınıyor ve sıcak yemek yiyordu, diğerleri donuyor ve çiğ et yiyordu. Bilgenin öğrencilerinden biri "ben burada kalacağım ve bütün insanların ateşten faydalanmalarını sağlayacağını" dedi. Bilge ve diğer öğrencileri onu orada bırakıp yollarına devam ettiler, ikinci kabileye geldiler. - Bu kabiledeki insanlar ateşin ilahi bir güç olduğuna inanmışlardı ve ateş yakmaya yarayan bütün araçlara tapıyorlardı. Ama ateş yakan yoktu. Bir öğrenci "ben de burada kalıp bunlara ateş yakmayı öğreteceğim" dedi, orada kaldı, diğerleri yola devam edip üçüncü kabilenin yaşadığı yere geldi. - Bu kabilede, bir zamanlar ateşi adaya getiren adamın totemleri yapılmış ve her yere yerleştirilmişti. Halk ona tapıyordu. Birkaç kuşak öncesi ateşi görmüş, getiren adamın tanrı olduğuna karar verilmiş ve bu inanç yerleşmişti. Ama sonra kimse ateş yakmaya teşebbüs etmemişti. Öğrencilerden biri de ben burada kalacağım dedi, diğerleri dördüncü kabilenin köyüne yöneldi. - Dördüncü kabile de ateş yakmıyor ama ateş hakkında yayılmış abartılı söylentilere inanıyordu. Ateşin kendisi bir tür tanrı yerine konulmuştu. Ateş yakmayı kimse bilmiyor ama hep ateşin gücü hakkında hikâyeler anlatılıyordu. Başka bir öğrenci de bu köyde kalmak istedi. Bilge ve öğrencileri adayı biraz daha dolaşıp dört köyde kalan öğrencileri almak için tekrar aynı yolu izleyerek geri döndüler. Birinci köydeki öğrenci konuşmaya başlar başlamaz rahiplerce suçlanmış, bir yabancıya inanacağına kendi rahiplerine inanan halk da öğrenciyi yakalayıp yakmıştı. İkinci köydeki öğrenci, halkın tapındığı aletleri kullanarak ateş yakar yakmaz halk korkmuş, tapındıkları nesnelerin böyle kullanılmasına infial göstermiş ve öğrenciyi öldürmüşlerdi. Üçüncü köydeki öğrenci, bir insanın totemine tapmanın yanlışlığını belirterek söze başlayınca hemen öldürülmüştü. Dördüncü köydeki öğrenci de ateşin gerçekte ne olduğunu anlatmaya başladığı anda öldürülmüştü. Bilge ve kalan öğrenciler gemiye döndüler, denize açıldılar. Bilge bu ada gezisinin sonucunu şöyle özetledi: "Öğretmek bilmekten çok daha zordur. Bilmek istemeyenlere, bilgiye direnenlere bir şey öğretmek de en zorudur. Cahiller bildiklerine inanırlar ve yeni bilgilere direnirler. Ama aynı zamanda bir huzursuzluk içindedirler, bu yüzden de gerçekten bilen insanlardan nefret ederler; onları yakarlar, öldürürler..."

6 Ağustos 2010 Cuma

DÖNÜŞÜMÜ ANLAYABİLMEK

4 Ağustos 2010 tarihli Zaman Gazetesi'nde Dr. Saruhan Özel'in EKOANALİZ köşesinde yazdıklarına sizlerin de dikkatini çekmek istiyorum. Dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen ve nereye gidiyoruzun yanıtını arayanların önemle okuması gerektiğini düşündüğüm önemli bir analizi ben de blogumda sizlerle paylaşmak istiyorum. Dr. Saruhan Özel diyor ki; "Dünya ekonomisi sessiz ve derinden gayet istikrarlı şekilde belli bir yöne doğru seyrediyor. Bakın son yıllarda neler oluyor: 1- Gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisinden (üretiminden) aldığı pay sürekli artıyor. 1980 yılında (Türkiye dahil 29 ülkeden oluşan) gelişmekte olan ülkeler grubunun dünya üretiminden aldığı pay %36 iken 2008'de %45'e çıktı. 2014'te ise %51'e ulaşmış olacak. (Grafik 1) 2- Gelişmekte olan ülkelerin tüketimi de hızla artıyor. Artık dünyanın en büyük tüketim gücü ABD ekonomisi değil. 2000 yılında tek başına dünya tüketiminin %34'ünü oluşturan ABD'nin tüketimi düzenli bir şekilde geriliyor ve 2010 yılını %27'lik bir payla tamamlamış olacak. (Grafik 2) 2000 yılında dünya tüketiminin sadece %23'ünü oluşturan gelişmekte olan ülkeler ise bu yıl sonunda ulaşacağı %33'lük payla artık dünyanın en büyük tüketim gücü.

3) Gelişmekte olan ülkelerin liderleri konumundaki BRIC ülkelerinin (yani Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin grubunun) global hisse senedi piyasa değeri içindeki payı hızla yükseliyor.

ABD borsalarının piyasa değerinin payı 2006-2009 döneminde %34'ten %30'a gerilerken BRIC ülkelerinin payı iki kat artarak %7'den %14'e çıktı. (Grafik 3) Acaba bu ülkelerdeki piyasa değerleri niye artıyor?

4) Ekonomik kararlar G-3 ya da G-5'te değil, G-20 grubunda alınıyor (daha doğrusu G-3+BRIC). Artık ABD ve Avrupa Hindistan'ın rızasını almadan pamuk fiyatlarını, Brezilya'nın rızasını almadan şeker fiyatlarını, Çin'in rızasını almadan demir-çelik veya bakır fiyatlarını ayarlayamıyorlar.

5) Çin 2009 yılında 14 milyon adetle dünyanın en çok otomobil satılan ülkesi unvanını ABD'den almış durumda. 2010 yılında Çin'in iç talebindeki büyüme ihracat artışından 300 milyar $ daha fazla olacak ve ilk defa iç piyasa ekonomik büyümeye ihracattan daha fazla katkı yapmış olacak.

6) ABD'nin gelişmekte olan ülkelere olan ihracatı 2009 yılında toplamdan aldığı %52'lik payla ilk defa gelişmiş ülkelere yaptığı ihracatını geçti. Bu arada Almanya dünyanın en büyük ihracatçısı unvanını Çin'e kaptırdı.

7) Çin'in Japonya dışı Asya'dan yaptığı ithalatın toplam ithalatı içindeki payı %46 ile ilk defa gelişmiş ülkelerden yaptığı ithalatı geçti. (%37) 2002 yılında bu oranlar birbirlerine eşitti. Yani Çin çevresi ile daha fazla entegre oluyor ve yaptığı ithalatla tüm Asya ülkelerini ihya ediyor.

8) Şirketlerin stratejileri de bu paradigma değişikliğine göre belirleniyor. Eskiden gelişmekte olan ülkelere buralardaki ucuz işçilikten faydalanıp kendi ülkelerine satış yapmak üzere giden büyük global şirketler artık bu ülkelerdeki üretim ve yatırımlarını yine bu ülkelerde satmak üzere yapıyorlar. Bu sayede 2009 kriz yılında tüm dünyada doğrudan yatırımlar %40 azalırken Çin'de yatay seyretti. Birkaç örnek;

ABD'nin otomotiv devi General Motors kendi ülkesinde iflas ederken Çin'de ABD'den daha fazla otomobil sattığını görünce yatırımlarını ABD'den Çin'e kaydırıyor.

Starbucks ABD'nin çeşitli bölgelerindeki 600 dükkânını kapatıp Çin'de açmayı ve Çin'deki şube sayısını kısa sürede 376'dan 1000'e çıkartmayı planlıyor.

Citigroup, Almanya'daki kârlı "bireysel bankacılık" operasyonunu satıp Vietnam'da bireysel bankacılığa başlarken Çin'deki şube ağını genişletiyor.

Alman teknoloji devi Siemens, Çin'de 2012 sonuna kadar 1,6 milyar Euro yeni yatırım planlıyor ve Ar-Ge operasyonlarının bir kısmını Çin'e taşıyor.

Daimler, yeni nesil elektrikli otomobilini Çin'de geliştiriyor.

9) Son 2 yılda ABD, Almanya ve İngiltere'de banka kredileri gerilerken Çin'de 1,5 trilyon $ ya da %53 arttı. Herkes krediler batacak derken bugün batık oranı %1,5 ve Çin'in batığı en büyük denen devletin ziraat bankası AgBank 22 milyar $'la dünya tarihinin en büyük halka arzını gerçekleştirdi (bankanın %15'i). Bir önceki rekor da AgBank'ın biraz altında yine Çin'in en büyük bankası ICBC idi. (Acaba kim ve neden bu bankalara bu kadar sermaye koymak istiyor, çok batıkları olduğunu bu yatırımcılar bilmiyor mu?)

10) Bankaların piyasa değerleri tüm bu gelişmeleri yansıtıyor. 10 yıl önce dünyanın en değerli on bankasının sekizi Anglosakson (ABD ve İngiltere) bankası iken 2009 sonunda ilk on içerisinde 4 Çin bankası var. Dünyanın en değerli bankası artık Citigroup değil. 2009 yılı sonundaki 270 milyar $'lık değeri ile Çin Sanayi ve Ticaret Bankası (ICBC). İkinci sırada da yine 200 milyar $'ın üzerindeki değeri ile China Construction Bank var. (Acaba bu bankalar neden bu kadar değerli?)

11) Gelişmekte olan ülkeler giderek artan bir hızda gelişmiş ülkelerin global markalarını satın alıyorlar. Son birkaç yılda Çinli Geely Volvo'yu, Hintli Tata Land Rover'ı ve Jaguar'ı, Çinli Lenovo IBM'in PC kısmını, Tayvanlı BenQ Siemens'in mobil telefon teknolojisini, Rus Abramovich Chelsea'yi, BAE Şeyhi Mansour Manchester City'yi aldılar.

12) Gelişmekte olan ülkelerin rezervlerini de kullanan ve bilinen varlıklarının tutarı 4 trilyon $'a ulaşan "Ulusal Fonlar" bugün dünyanın en büyük ve önemli yatırımcı grubu haline gelmiş durumdalar. Afrika'daki madenlerden çevre ülkelerdeki sanayi şirketlerine, ABD'deki bankalardan Avrupa'daki teknoloji şirketlerine kadar korumacılık duvarları elverdiği ölçüde satın almalar yapıyorlar. Bu fonlar içinde önemli bir paya sahip olan Körfez ülkeleri fonları da artık yatırımlarını off-shore merkezlerde ABD veya AB tahvillerinde değil, çevre ülkelerde ve stratejik ortaklıklarda değerlendirmeye çalışıyorlar.

Dünyada sessiz ve derinden giden bu paradigma değişikliğini gösteren daha birçok gelişme var ama benim yazacak yerim yok. Türkiye ekonomisinin, gelişmekte olan ülkelerin önemli bir üyesi olduğu için bu paradigma değişikliğinden faydalanacağı kesin. Ama ihracatıyla mı yoksa iç talebiyle mi? Sanayi üretimiyle mi yoksa hizmet üretimiyle mi? Stratejik sektörleri üzerinden inovasyonla marka ve yüksek katma değer yaratarak mı yoksa kur ve teşvik destekleri isteyerek mi? Bunları zaman gösterecek.

Twitter