20 Temmuz 2009 Pazartesi

Dervişin Eşeği

Dervişin biri uzun süre eşeğinin üzerinde yol aldıktan sonra varlıklı birinin evine konuk oldu. Eşeğini pek seviyor, ona değer veriyordu derviş. Kendisini karşılayan hizmetkara eşeğinin yularını verip ev sahibinin sofrasına oturduktan sonra aklına eşeği geldi.
Hizmetkarı çağırdı ve sordu: "Benim eşeğe yemek verdin mi?"
Hizmetkar, "vereceğim" diye cevap verdi. Sonra aralarında şu konuşma geçti:
"Benim eşek saman ve arpanın iyisinden yer, ona göre ver olur mu?"
"Hiç merak etme derviş, en iyi samanı ve arpayı vereceğim."
"Semerini indir, sırtını bir güzel tımarla."
"Hiç merak etme derviş, benim işim budur, çok iyi yaparım."
"Ben eşeğimi çok severim, ne olur, yatacağı yeri biraz temizle de rahat uyusun zavallı."
"Hiç merak etme derviş, onun rahatı için elimden geleni yaparım."
Derviş uyumak için konuk odasına geçmiş, hizmetkar da aklında dervişin istekleri olmasına rağmen "Aman şimdi yorgunum, sabah bakarım" deyip yatmış.
Gece boyunca derviş hiç doğru düzgün uyuyamamış, rüyasında sürekli eşeğini çeşitli eziyetler altında görüyormuş. Sabaha kadar bu rüya ile dönüp durmuş. Bir ara uyanınca aklına eşeğine bakmak gelmiş ama hizmetkarın kendinden çok emin sözleri aklına gelince kalkmaktan vazgeçip tekrar yatmış.
Hizmetkar ise sabah erkenden kalkmış, eşeğin yanına gitmiş. Eşek toz toprak içinde aç, susuz yatıyormuş. Hizmetkar eşeği kaldırmış, dervişi kandırmak için sağını solunu silmiş, sonra canlansın diye değnekle vurmaya başlamış.
Derviş evden çıkarken gelmiş eşeği teslim etmiş ve hemen ortadan kaybolmuş. Derviş sevgili eşeğine binerken onu böyle canlı canlı görünce memnun kalmış, ev sahiplerine veda etmiş, yola çıkmış.
Daha birkaç dakika gitmemiş ki, eşeğin dizleri bükülmeye başlamış, iyice ağırlaşmış ve birkaç adım sonra da çöküp kalmış.
Bu hikayeden birkaç sonuç çıkarılabilir;
* Çok havalı konuşanlara hemen güvenme, işlerini denetle.
* Sevdiğin insanları başkasına emanet etme, gözün hep üzerinde olsun.
* Sahte saygı gösterenlerin sahtekarlığına kanma.
* Kendi işinin hep sahibi ol, başında dur.
* Kendi işini kendin yap, ele güvenme.
* Kendi karnını doyurmaya bakarken, yakınlarının da doymalarını güvence altına al.
* Sana dost ve bağlı gibi davranan, her zaman dost çıkmaz.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

YÖK'TEN SON DAKİKA GELİŞMESİ!!!

Arkadaşlar YÖK ile görüştüm. Haberlerin gerçek dışı olduğunu ifade ettiler. "O miktarlar bir öğrencinin yıllık maliyetini ifade ediyor. Bu zam oranları kesin değildir. Bunu belirleyecek olan ilgili bakanlıklardır. Artışlar önceki yıllardan farklı olmayacak. YÖK toplantı halinde bu yansımalar ile ilgili olarak. Detaylı bir açıklama yapılacak."
Durum şimdilik bu arkadaşlar. Şimdi YÖK'ün açıklamasını ve Bakanlar Kurulu'nun yaklaşımını ve gerçek zam oranlarını bekleyeceğiz. Anadolu Ajansı maalesef yine insanları yanlış haberle yanıştmış oldu.
Ve son olarak arkadaşlar Facebook üzerinde özellikle bazı gruplar provokatif davranışlar sergiliyorlar. Onların galeyanına gelmeden yetkili kurumların açıklamasını bekleyin!
Bu grup yetkilileri işin aslını yetkililerden öğrenip duyuracağına tam tersine gerçekleri anlatanların yorumlarını inatla siliyorlar.
İnanmayın bunlara ve yetkili kurumların cevaplarını bekleyin mutlaka!

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Pratik Bilgelik

Barry Schwartz: Bilgeliği Kaybedişimiz Üzerine
Barry Schwartz, bürokrasi yüzünden çılgınlığa sürüklenmiş toplumumuza bir çare olarak bizi "pratik bilgeliğe" davet ediyor. Kuralların bizi yanılttığını, primlerin ve ödüllerin geri teptiğini bu yüzden pratik, gündelik bilgeliğin dünyamızı yeniden kurmamıza yardımcı olacağını savunuyor.
Başkan Obama, ulusa seslenişi sırasında içinde bulunduğumuz finansal krizden çıkmaya gayret ederken herbirimizin elinden geleni yapmasını istedi. Bunun için bizden ne istedi? Neyse ki önceki başkan gibi bize "alışverişe çıkmamızı" söylemedi. Şunu da demedi: "Bize güvenin, ülkenize güvenin. Yatırım yapın, yatırım yapın, yatırım yapın." da demedi. Bunun yerine, çocuk oyunlarını bir yana bırakmamızı söyleyip, bize erdemden bahsetti. "Erdem", modası geçmiş bir kelime. Burası gibi son derece modern bir yerde eğreti duruyor. Dahası, aranızdan bazıları anlamını merak ediyor olabilir.
Bir örnekle anlatmaya başlayayım;
Ekranda bir hastane hademesinin görev tanımı geçiyor.(Ekranda yazanlar:"Yerleri cilala, temizlik ekipmanını çalıştır, tıkalı tuvaletleri aç, elektirik süpürgesiyle yerleri temizle, vs...") Buradaki kalemlerin hepsi önemsiz. Bunlar, zaten bilinen şeyler: yerleri sil, sonra süpür, çöpleri boşalt, dolaplardaki malzemeler bittikçe yenilerini al. Bu kadar fazla iş olması biraz şaşırtıcı olabilir ama hepsi bilinen şeyler.
Fakat dikkatinizi çekmek istediğim bir şey var: Çok uzun bir liste olsa da bu listenin içinde diğer insanları ilgilendiren hiçbir madde yok. Bir tane bile yok! Hademe, hastanede değil de morgda çalışsaydı da aynı işi yapacaktı.
Buna rağmen, psikologlar, hastane hademelerinin kendi işleri hakkında ne düşündükleri üzerine araştırma yaparken bir mülakat sırasında Mike ile karşılaştılar:
Mike onlara, Mr.Johenos'un yatağından kalkıp da yeniden gücünü kazanabilmesi için biraz egzersiz yapabilmesi için yerleri silmekten vazgeçtiğini anlattı. Charlene ise. bir aile fertlerini günler boyunca devamlı lobide oldukları için, uyurlarken elektrik süpürgesini çalıştırmak istemediğini ve bu yüzden, müdürün uyarısına rağmen temizlik yapmadığını anlattı. Luke ise, komadaki bir gencin odasını iki kere temizlediğini söyledi: Çünkü altı aydır başında nöbet tutan babası. ilk seferinde Luke'un odayı temizlediğini görmemiş ve öfkelenmişti. İşte bu tür davranışları, hademelerde, teknisyenlerde, hemşirelerde, bir de -arada bir şansımız yaver giderse- doktorlarda da görmek: insanları biraz daha iyi hissetirmekle kalmaz, hasta bakımının da gözle görülebilecek kadar arttırıp, hastanelerin de düzgün çalışmasını sağlar. Kuşkusuz bütün hademeler böyle davranış göstermez. Ancak, bu tür şefkat. özen, ilgi ve insani ilişkileri, görevlerinin önemli bir bölümü olduğunu düşünenler bu tür davranışları gösterirler. Oysa ki görev tanımları diger insanlarla iligili tek bir kelime içermemektedir. Bu hademelerin ahlaki iradeleri, diğer insanlara hakkaniyet gösterecek seviyededir. Bunun da ötesinde "hakkaniyetin" anlamını bilecek ahlaki becerileri vardır.
Aristo demiştir ki, "pratik bilgelik, ahlaki irade ve ahlaki becerinin birleşimidir." Bilge insan, bu hademelerin görevlerini başka amaçlar uğruna bırakacaklarını bildikleri gibi, her bir kuralın ne zaman nasıl bozulacağını bilir. Bilge insan, Luke'un yeniden odayı temizlemesi gibi kendiliğinden hareket etmesini bilir. Gerçek hayattaki sorunlar belirsizdir; iyi tanımlanamazlar ve hep farklı koşullarda karşımıza çıkarlar. Bilge insan, kağıttaki notaları kullansa da aynen tekrarlamayıp kendi yorumunu yapan caz müzisyeni gibi karşısındaki duruma ve insana uygun şekiller icat eder.
Bilge insan, bu ahlaki becerileri doğru amaçlar için nasıl kullanacağını bilir: Başkalarına fayda için; kandırmak için değil. Ve nihayet belki de en önemlisi: Bilge doğulmaz; bilge olunur. Bilgelik, deneyime dayanır; ama doğru deneyimlerin yaşanması gerekir. Faydalı olduğun insanları tanıman için vkte ihtiyacın vardır. Doğaçlama yapabilmen için, yeni şeyler deneyip arada bir yanılığ hatalarından ders çıkarmak için izin verilmesi gerekir. Ayrıca kendileri de bilge olan akıl hocalarına ihtiyacın olur. Bu bahsettiğim hademelere, işlerini öğrenmenin zor olup olmadığını sorarsanız çok fazla deneyim gerektiğini söylerler. Çok fazla deneyim gerektiren, yerlerin silinip çöplerin boşaltılması değildir. İnsanlara özen göstermeyi öğrenmektir. TED'de parlak zeka diz boyu, hem de insanı korkutacak kadar. İşin güzel yanı bilgelik için zeka gerekmez. Maalesef, bilgelik olmadan zeka yetersiz kalır. Aksine, sizin de, başkalarının da başına dert olur. Hepimizin bunu bildiğini umut ediyorum.
Sanki bunlar bariz gerçeklermiş gibi görünüyor ama şimdi ufak bir öykü anlatacağım. Bu bir limonata öyküsü. Babası, 7 yaşındaki oğlunu Detroit Kaplanları'nın maçına götürmüş. Çocuk limonata istemiş, babası da büfeye gidip limonata sormuş. Büfedekiler, sadece Mike'ın Sert Limonatası olduğunu söylemişler. Meğer Mike'ın Sert Limonata'sında yüzde beş alkol varmış. Baba -üniversite hocası olduğu için- Mike'ın Sert Limonata'sında alkol olduğunu tahmin edememiş. Oğluna götürmüş. Çocuğu limonata içerken gören bir güvenlik görevlisi polisi çağırmış, polis ambulans çağırmış. Ambulans çocuğu kapıp hastaneye götürmüş. Acil'deki doktor çocuğun kanında alkol olmadığını söylemiş. Çocuğu göndereceklermiş, ama öyle hemen olmaz: Wayne Kazası'nın Çocuk Esirgeme Kurumu araya girmiş. Çocuğu üç günlüğüne kendisine bakacak bir gönüllü aileye teslim etmişler. Üç günün sonunda çocuk evine dönebilmiş mi? Valla, yargıç "evet" demiş, "ama baba evden çıkıp otelde kalırsa." İki hafta sonunda, nihayet aile biraraya gelebilmiş. Ama, kurum çalışanları ve ambulanstakiler ve hatta yargıç aynı şeyi söylemişler: "Nefret ediyoruz ama kurallara uymamız gerekli."
Bu olaylar nasıl oluyor?
Bu öyküyü NPR radyosunda anlatan Scott Simon, "Kurallar ve yordamlar aptalca olabilir ama en aızndan düşünmene gerek kalmaz." diyor. İşin doğrusu kurallar, genelde memurlar işlerine liyakat göstermediklerinden, bir zamanlar bir çocuğun kötü bir ebeveyne teslim edilmesine göz yumduklarından konmuştur. Kabul. İşler yolunda gitmediğinde -ki elbet bazen işler yolunda gitmez- yeniden yola sokmak için iki araç kullanırız. Sarıldığımız bir araç kurallar; daha fazla kural koyalım, daha iyi kurallar koyalım. Sarıldığımız diğer araç da ödüllendirme; daha fazla ödüllendirelim, daha güzel ödüller verelim. Zaten yapacak başka ne var ki? Finansal krize verilen tepki de bu şekilde. Kural koy, kural koy, kural koy. Ödül ver, ödül ver, ödül ver.
İşin gerçeği, ne kurallar ne de ödüller işleri yoluna sokmak için yeterlidir. Hademelerin yaptıklarını anlatacak bir kural yazabilir misiniz? Şefkat göstermeleri için maaşlarına bonus mu eklersiniz? Bu, işin doğasına aykırı. Sorun şu ki, kurallardan gittikçe daha çok medet umdukça kısa vadede sorunları çözüyorlar ama uzun vadede daha da büyük sorunlar yaratıp, işleri sarpa sardırıyorlar. Kurallara aşırı bir itimat, aşırı bir güven ve bağlılık ahlaki becerinin yerini alıp, hatalarımızda öğrenme imkanımızı ortadan kaldırıyor. Ödüllendirmeye ve primlere abartıyla başvurmak ahlaki irademizin yerini alıp "doğru olanı yapma" isteğimizi yok ediyor. İstemeden de olsa kurallara ve ödüllendirmeye başvurarak bilgeliğe karşı savaş açıyoruz. Önce kurallar ve ahlaki beceriye açılan savaş ile ilgili birkaç örnek vereyim: Limonata öyküsü bunlardan biri. İkincisi, sizin de iyi bildiğiniz, modern Amerikan eğitimin hali; ezberci, ayakbağı müfredat. İşte Chicago'da bir anaokulundan örnek:
Günün Dersi/ Edebiyat okuma ve sevme "B" harfi ile başlayan kelimeler. 'Banyo': "Öğrencileri halının üzerinde toplayın ve sıcak suyun tehlikelerini anlatın." 25 sayfalık resimli kitabı öğretmek için bu metindeki 75 maddeyi söyleyin. Chicago'nun her tarafındaki bütün anaokullarında, bütün öğretmenler, aynı günde, aynı kelimeleri, aynı şekilde söylüyor. Bu metinlerin niye burada olduklarını biliyoruz. Öğretmenlerin muhakeme yeteneklerine, onları salıverecek kadar güvenmiyoruz. Bu tür metinler, felaketlere karşı sigorta poliçesidir. Gerçekten de felaketleri önlerler. Ancak felaketlerin yerine vasatlığı garanti ederler.
Yanlış anlamayın. Kurallar gereklidir! Caz müzisyenlerine nota gerekir - çoğu sayafa üzerinde nota ister.Allah için, bankacılara daha da fazla kural koymak gerek. Ancak çok fazla kural, yetenekli caz müzisyenlerinin doğaçlama yapmasını engeller. Sonunda, yeteneklerini kaybederler veya daha vahimi, çalmaktan tümüyle vazgeçerler.
Peki ya ödüllendirme? Sanki daha akıllıca gibi görünüyor.Eğer bir işi yapmak için zaten bir sebebiniz varsa, bende size ikinci bir sebep verirsem, iki sebep bir sebepten iyi olduğundan, mantıken yapma ihtimaliniz artacaktır. Değil mi? Bazen değil. Bazen aynı işi yapmak için iki sebep birbirini desteklemek yerine birbirleriyle çelişir ve insanları o işi yapmamaya iter. Vakit az olduğu için sadece bir örnek vereceğim. 15 sene önce İsviçre'de nükleer çöplük yeri bulmaya gayret ediyorlardı. Referanduma gidilecekti. Bir grup psikolog, konuyu iyi bilen vatandaşlarla mülakat yaptılar; ve "ilçenizde bir nükleer çöplük olmasına razı olur musunuz?" diye sordular. İnanılmaz bir şekilde, yüzde ellisi "evet" dedi. Hepsi bunun tehlikeli olduğunu biliyordu. Emlaklarının değerlerini düşüreceğini de düşünüyorlardı. Ama çöplüğün bir yere yapılması gerekliydi ve vatandaş olarak sorumlulukları vardı.
Psikologlar, başkalarına biraz daha farklı bir soru sordular. "Eğer size her sene aylık maaşınızın bir buçuk katını ödesek ilçenizde bir nükleer çöplük olmasına razı olur musunuz?" İki sebep var: Hem benim sorumluluğum hem de bana para veriyorlar. Bu sefer, yüzde elli "evet" diyeceğine, yüzde yirmi beş "evet" dedi. İşin sırrı şu: Bu primi gördüğümüz anda içimize işliyor; biz de "Sorumluluk neyi gerektirir?" diye soracağımıza, "İşime gelen nedir?" diye soruveriyoruz. Primler çalışmayınca, müdürler, şirketlerinin geleceğini düşünmeyip de, kocaman ödüller veren kısa vadeli çıkarlar peşinde koştukça cevap hep aynı oluyor: Daha da iyi ödüller bulalım.
Doğrusu o ki, tasarlanacak ödüller asla yeterince iyi olmayacak. Bütün ödüllendirme düzenekleri kötü niyetle bozulabilir. Ödüller gereklidir. İnsanlar parayı hakederler.Ancak ödüllere fazla başvurursak, bu sefer profesyonel faaliyetlerin hevesi kaçar. Her iki anlamda da hevesi kaçar. İşle uğraşan insanların hevesi kaçar. Faaliyette de heves edilecek bir şey kalmaz. Başkanlık'a başlamadan önce Barack Obama, "Sadece 'karlı mı?' değil, 'doğru mu?' diye de sormalıyız." dedi. Mesleklerin hevesi kaçtığında o meslekleri icra edenler de verilecek ödüllere bağımlılaşır. Ve "doğru mu?" sorusunu sormayı bırakırlar.
Bunu tıpta görüyoruz: (-Ekranda karikatürler gösteriliyor- "Ciddi bir durumunuz yok ama yine de mahkemeye kadar gitmemesi için takip edelim.") İş hayatında da görüyoruz: ("Üzgünüm ama bugünün pazar şartlarında rekabetçi olabilmek için senin yerine kişiliksiz birini almamız gerekiyor."), ("Ruhumu şimdiki fiyatının onda birine satmak zorunda kaldım.")
İnsanlarının mesleklerini bu şekilde icra etmek istemedikleri bariz. O zaman ne yapabiliriz? Birkaç umut ışığı: Çalışma hayatına yeniden heves katmalıyız. İşe yaramayacak bir yöntem: Ahlak bilgisi dersleri vermek. Ciddi olmadığını göstermenin en iyi yolu, ahlakla ilgili söylenebilecek her şeyi ufak bir pakete koyup, "Ahlak Bilgisi" adı altında rafa kaldırmaktır. Bunun yerine ne yapmalı?
Bir:Ahlak timsallerini tebrik edin. Kabul etmek gerekir ki, hukuk okumaya başladığınızda, kulağınıza bir ses Atticus Finch'in ismini fısıldar. (Atticus Finch, 'Bülbülü Öldürmek' kitabındaki erdemli avukatın adıdır.) Kimse on yaşındayken icra takibi ve şirket alımları için avukat olmayı düşlemez. İnsanlar, ahlak timsallerinde esinlenirler. Fakat hayat kavgasında gide gele, ahlak timsallerinin varlığını kabul etmemeye başlarız. Valla, kabul edin! Ahlak timsalleriyle gurur duyun. Kutlayın. Size aksini öğretenlere de bu insanların varlığını gösterin ve onların da kutlamalarını isteyin. Bu yapılabileceklerden biri.
Kaçınız hatırlar bilmiyorum: On beş önceki bir ahlak timsali olan Aaron Feuerstein'dır. O dönemde Massatchusetts'de Malden Mils'in başındaydı. Polartec isimli sentetik kumaşları imal ediyorlardı. Fabrikaları yandı. Üç bin çalışanının hiçbirini çıkarmadı; hepsine maaşlarını vermeyi devam etti. Neden? Çünkü işten çıkarılmak, hem işçiler için hem de toplum için bir felaket olacaktı. "Belki şirketimiz yatırımcılara kağıt üzerinde daha değersiz görünüyor ama eskisinden daha bile değerli olduğunu ben size söyleyebilirim. İşimiz iyi gidiyor."
Bu TED'de bile birçok ahlak timsalinden konuşmalar dinledik. İki tanesi bana esin kaynağı oldu. Biri Ray Anderson'dı... Ray Anderson, etrafına zararlı bir imparatorluğun bir kısmını doğaya zararsız, en azından çok az zararlı bir işe çevirdi. Neden? Çünkü doğru olan buydu. Bir de üzerine fark ediyor ki aslında daha da fazla para kazancak. Çalışanları, çabasından ilham alıyorlar. Neden? Doğru olanı yapmak adamları mutlu ediyor. Dün, Willie Smiths'in Endonezya'nın yeniden ağaçlandırılması üzerine konuşmasını dinledik. Bir çok açıdan en mükemmel örnek bu. Çünkü doğru olanı yapmak için irade gerekliydi. Allah bilir, çok da teknik bilgi gerektirmiştir. Kendisi ve iş arkadaşlarının, böyle bir işin altından kalkmak için ne kadar çok şey bilmeleri gerekir -hayrete düşüyorum.
Ancak en önemlisi, zaten kendi de vurgulamıştı, gittikleri yerdeki toplumu tanımaktı. Beraber çalıştığın insanlar seni desteklemezse, işler başarısız olur. Üstelik, insanların seni desteklemelerini sağlamanın da bir formülü yok. Çünkü farklı cemiyetlerdeki farklı insanlar, hayatlarını farklı şekillerde düzenlerler. Dolayısıyla, burada da başka yerlerde kutlanacak çok insan var. Masallardaki gibi bir kahraman olmak gerekli değil. Bu insanlar, "gündelik kahramanlar". Anlattığım hademeler gibi "gündelik kahramanlar" da kutlamaya değerdir. Mesleğini ica eden insanlar olarak, hepimiz ve herbirimiz, mümkünse olağandışı ama değilse olağan kahramanlar olmaya gayret göstermeliyiz.
Kurumların başındaki insanlar olarak, ahlaki beceri ve ahlaki iradeyi cesaretlendiren ve körükleyen ortamlar yaratmaya gayret etmeliyiz. En bilge ve en iyi niyetli insanlar bile, içinde çalıştıkları kurumlarda akıntıya karşı yüzmek zorunda kalırlarsa sonunda vazgeçerler. Eğer bir kurumu idare ediyorsanız, işlerin hiç birini-ama hiç birini- yukarıdaki hademenin ki gibi tanımalamamalısınız. Çünkü aslında insanlarla ilişkiye geçmeyi gerektiren her iş bir ahlaki görevdir. Ve bütün ahlaki görevler, "pratik bilgeliği" gerektirir. Ve en önemlisi, öğretmenler olarak öğrettiğimiz insanlar için "gündelik kahramanlar", ahlak timsalleri olmalıyız.
Ve öğretmenler olarak hatırlamamız gereken bir kaç şey var. Biri, sürekli bir şeyler öğretmeye devam ettiğimiz. Her zaman izleyen birileri vardır. Kamera her zaman çalışmaktadır. Bill Gates, eğitimin öneminden bahsetti, özellikle KIPP'in sunduğu eğitim modelinden. "Bilgi güçtür." KIPP'in yaptığı bir çok muhteşem işten de bahsetti. Kenar mahalle çocuuklarını alıp üniversite için hazırlamışlar. Ben, KIPP'in yaptığı ama Bill'in bahsetmediği bir şeyi anlatmak istiyorum.
Fark ettiler ki, çocukların öğrenmesi gereken tek önemli şey, kişilik bütünlüğü. Kendilerine saygı duymayı öğrenmeliler. Arkadaşlarına saygı duymayı öğrenmeliler. Öğretmenlerine saygı duymayı öğrenmeliler. En önemlisi, öğrenmeye saygı duymayı öğrenmeliler. En önemli amaç budur. Bunu yaparsak, geri kalanları çorap söküğü gibi gelecektir. Öğretmenlerin bunu yapması, hem sizin hem de bütün eğitim çalışanlarının her günün her dakikası bunu yaşamalarıdır.
Obama erdemden bahsetti. Haklı olduğunu düşünüyorum. Ve en önemli erdemin de "pratik bilgelik" olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu, dürüstlük, şefkat, cesaret gibi diğer erdemlerin doğru zamanda doğru yerde gösterilmesini sağlar. Obama umuttan da bahsetti. Bu konuda da hak veriyorum. Umut için sebeplerimiz var. İnsanların, erdemli olması için imkan istediklerini düşünüyorum. TED, bir çok anlamda bu amaca hizmet ediyor: Doğru olanı, doğru şekilde, doğru sebepler için yapmayı istemek. Bu tür bir bilgelik, her birimizin elinde-sadece özen göstermemiz gerekli. Ne yaptığımıza, nasıl yaptığımıza ve en önemlisi çalıştığımız kurumların yapısına özen göstermeliyiz. Ancak bu özeni göstererek kendimizin ve başkalarının bilgeliklerini geliştirmesine fırsat veren kurumların oluşmasını sağlayabiliriz.
Çok teşekkür ederim.

Twitter